Ü-M-R-A-N & T-A-Y-G-U-N

hüznümün rüzgarlı yanı..!

Kırgın durduğuma bakma, aslında bende her şey aynı. Hüzünlere olan bu bağlılığım, eskiden kalma. Hüzünler biraz daha sanki bana benziyor.
"Hiç değişmeyeceksin" diyor bir dostum. Bu söz, tarifi imkânsız bir mutluluk veriyor bana. Aslında yeni bir başlangıç için; yaşım ve rüzgâr müsait.
 Ama gerekli dermanı dizlerimde ve yüreğimde bulunamıyor. 
Yokuşları çıkarken yaşıma yakışmayan bir damla oluyor nefesimde. Bu darlıkta neyi değiştirebilirim ki? Yaşım daha küçük yüreğimden.
Ben aslında rüzgâr olsam, hep doğudan eserim.
Ben aslında, bir gün kapımın umuttan yana çalınacağına eminim.
Ben aslında, hayat ile hayali hep birbirine karıştırırdım.
Ben aslında anladım, cami avlusuna terk edilen kundaklı bir çocuktan bir farkım olmadığını.
Ben aslında anladım, hayatımın hep yamalardan ibaret olduğunu.
Ben aslında, cürmün kadar yer yakardım.

'Neyse' deyip toparlanmalıydım artık. Dökülen cümlelerimi, kırılan gençliğimi, darmadağın olan hayatımı anlamalıydım ve yeniden kalkabilmeliydim düştüğüm yerden. Bu kadar hassas olmanın vakti değildir artık.
Küçük yaralarımla uğraşarak kaybedecek vaktim yoktur.
 Zira hayatın tutunacak dalları vardı. Asılmalıydım ben de zayıf kollarımla hayata; sabrı öğrenmeliydim sıkca tutmalıydım bana uzanan elleri.

Değişmem zor aslında. Acılar hep aynı çünkü. Acılarım hep aynı…

Yine değişmeliyim, ey rüzgarlı hüznüm. 
Ne tarafa eseceğin belli değil, biliyorum. Biliyorum, denizi özlemem de kar etmez. Kim bilir belki masal olsaydı yaşadıklarım, bir umut olurdu hep Kafdağı'nın ardında. Ama masal değil yaşadığım, biliyorum.
Belki de oturup ağlayarak başlayalım değişmeye…
Oturup ağlayalım halime.

Belki tebessümlerimin bereketsizliği de terk eder beni böylece, kim bilir…

HüZüN...
Ardımda yangın sonrası bir şehir var
Yıkıntılarının üstünde hala dumanların tüttüğü
Köşe başlarında gönlü yaralı insanların dalıp dalıp gittiği
Sokak aralarında kedilerin dolaştığı
Yangın yeri bir şehir...
Dönüp bakmıyorum
Sırtımda alevlerin sıcaklığı hâlâ
Gözyaşı kaynağım kurumuş
Gözyaşı...Yollarımda sararmış otlar
Gözlerim ufukta
Kaçıp giden RüZGaRı,Yangını büyüten RüZGaRı
Ve geciken yağmuru arıyorum...
HüZün ...
Acının çiçeği
....
HüZün uzakların çağrısıdır
Hergün yüzlerce binlerce defa uzaklara düşer de düşünceleriniz
Bedeniniz hapistir ve kurtulamazsınız
HüZün uzakların çağrısıdır, gidemezsiniz

Hüzün kaçıp giden trenin ardından bakakalmaktır
Gece yarıları garlarda

Hüzün üşümektir
Gece yarıları sizi almak için çırpınan
Karanlık dalgalara ve şehir ışıklarıyla oynaşan yakamozlara cevapsız kalırken...

HüZüN ağlayamamaktır
Ağlamak için çırpınırken ağlayamamak...

HüZüN aşk satmaktır duvarlara
HüZüN aşk da boğulmaktır
Ve kimsenin anlamamasıdır feryadınızı

HüZüN içten içe yanarken
üşümek ve ürpermektir...
HüZüN yalnızlıktır
Yalnızlıksa soylu bir duygudur
kristal kadehte size sunulmuş ve alışkanlık yapar...

HüZüN uzaklara ait olup
Yakınlara hapsolmaktır...
HüZNüN ReNGi SaRı MeVSiMi eYLüL

Her şeyin bir zamanı vardı, hüznün bile…
 Aşklar ilkbaharla doğardı, aşkını papatyalar ve güllerle anlatabilmesi için sevgilinin. Sancısına inat doğanın kıpırdanışı,
 rahmet pınarları yağmurların toprağın diriliş suyunu verdiği, yeşilin hakimiyetini ilan ettiği, coşkunun ayları; ilkbahar ayları değil miydi? 
Gönül de tabiatın bu sesine karşı çıkamaz, coşmaya, hissetmeye,
 hazzetmeye başlardı, üstündeki ölü toprağını atar, mazideki aşk 
duygusunu hatırlamaya başlardı.

Ne zaman ki ışık dik geliyordu yeryüzüne, aşk da dikleniyordu hüzne, 
kovuyordu yeryüzünden. Gönül gözünü yalnız aşk için açıyor, hüznü gördüğü yerde görmezlikten geliyordu. Aşkın acısı kaybolurdu yaz ile, gönlünde 
aşk hissi vardı yalnızın bile... Tutkunun, aşkın ateşini yükselten yazdı ve 
tarih en büyük aşkları bu aylarda yazdı. Ama yazın bile bir sonu vardı, aşkın sonunun olduğu gibi. Ne büyük rastlantıydı ki, aşkın ateşi, güneşin ateşi ile birlikte sönmeye başlardı.

Esmeye başlardı rüzgar, bir yandan dökülen yaprakları kovarken yerden,
 bir yandan aşkın ateşini söndürüp kovmaya başlardı gönülden. 
Sanki kırmızının sarıya dönme, aşkın hüzne dönme vakti gelmişti. Acıyı hissetmeyen gönül, hüznün ızdırabına hazırlanıyor, aşk yanığının üzerine hüzün kremini sürerken acı hissedeceğini tahmin bile edemiyordu.
 Derman dediği şeyin dert olduğunu bilse, hüzne hoşgeldin der miydi? Ama adettendir yeni gelene yer açmak ve buyur etmek; yeni gelen her sene aynı şeyi getirse de devir teslimi geciktirmenin bir alemi yoktur ve her yeni gelenin getirdiği umuttur. 
Hüzündür ve sonbahardır belki umudu en son hatırlatan ve gelen gideni aratır. Hüzün artık sarıdır, sarı artık hüzündür, sarı sonbahardır, sonbahar sarıdır, eylüldür…Eylül ayrılıktır, eylül buluşma vaktidir ancak sevgilinin beklediği ve sevgilinin bir türlü gelmediği aydır. Kaç Eylül geçerse geçsin, sevgilinin geleceği tren umut ve kavuşma istasyonundan geçmeyecektir. Çünkü o hüzün istasyonunda sonbaharın geçmesini bekleyecektir. Yazın yağmamakta inat eder yağmur, zira sevgilinin gözyaşı ile Eylül’de inecektir yeryüzüne. Beklenen rahmet gökten, dökülürdü sevgilinin gözünden. Belki aşina değildi göz buna, unutmuştu yaz boyunca yaşlar akıtmaya; ama sırası geldiğinde unutulan davranışlar, unutulan aşklar gibi hatırlanırdı. Acıyla akan yaşlar, sancıyla bitten aşkları hatırlatırdı ve hüznü onlardan daha iyi anlatan olmazdı.....

Bugün 3 ziyaretçi (9 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol